Kant ve İntikat Felsefesi
Yeni zaman felsefesi hakkmdaki sözlerimize, tabiat ilmine ait marifet mefhumundaki ikiliğe işaretle başlamıştık. Bu ikiliğin bir cephesini tabiata ait verilen hükümlerin tecrübeye bırakılmasını istilzam eden tecrübî usul, diğerini ise müşahede mutaları arasında zarurî münasebetler tesisini mümkün kılan riyazî usul teşkil eder. Her iki usulün mezci, modern tabiat ilmini doğurmuştur; fakat tabiat ilimlerinin felsefe bakmaından tefsirinde, iki usulün ahenkli bir surette telifi mümkün olmamıştır; bilâkis, beher unsura bir cereyan tekabül etmek üzere, birbirinin zıttı iki cereyan inkişaf etmiş ve felsefî münakaşanın esas mevzuunu, bir iki asır müddetle bu cereyanlar arasındaki ayrılık teşkil etmiştir. Cereyanlardan birisi, DESCARTES tarafından tesis olunan Aklîcilik, yani Rasyonalizm, diğeri İngiliz filozofları tarafından inkişaf ettirilen ve HUME’da son ve en büyük mümessilini bulan tecrübecilik yani ampirizmdir. HUME’un ampirizminin, mukni ve sağlam görülmesine rağmen, pek mühim bir meseleyi: istikra meselesini, halledemediğini gördük.
Bu iki cereyanı yaratan şahsiyetlerin psikolojik bünyelerini mütalea edersek, felsefenin dışındaki faaliyet sahalarında, kendilerine has farklar arzettiklerini görürüz. Rasyonalistler, felsefe dışındaki ıhnî faaliyetlerinde riyaziyeci ve riyazi fizikçidirler; bunlar felsefî rasyonalizm yolunu her halde riyazî usul sayesinde bulmuş olacaklardır. Ampiristler ise bilâkis, doğrudan doğruya müşahede ve tecrübeye riyazî fizikten daha fazla pay veren ilimlerle meşgul olmaktadırlar: tevrübî filozoflar Hume gibi sosyolog ve tarihçidirler, LOCKE gibi sosyolog ve hekimdirler, BACON gibi sosyolog ve siyaset adamıdırlar. Son saydığımız ilimlerde tecrübenin rolünün, riyazî fiziktekinden daha yüksek bir derecede göze çarpması tabiîdir. Bununla, tıp ve sosyoloji ilimlerinin günün birinde fizik gibi aklileşmeleri imkâsızdır, demek istemiyorum; fakat şüphe edilemiyecek bir hakikat, bu ilimlerin bugün ve evleviyetle mevzuu bahsettiğimiz filozofların zamanında, aklileşme hususunda daha olgun olan fizikten çok daha geride bulunmalarıdır. Demek oluyor ki mütefekkirlerin seçtikleri ilmi disiplinlerdeki ayrılık, felsefî telâkkideki ayrılığın psikolojik temellerinden birini vermektedir.
Rasyonalizm - ampirizm davasına kuvvetle müdahale eden ve neticede muntazam bir sistem vücuda getiren filozofu - yani İMMANUEL KANT’ı anlamak için, bu keyfiyeti göz önünde tutmak icap eder. KANT’ın riyazi tabiat ilimleri cephesinde yetişmiş olmak dolayısile, ilk önce rasyonalist tarafı iltizam etmiş olması adeta zarurî idi. KANT, riyazî tabiat ilimlerini sathî bir surette tanımıyordu; onun bu disiplinlerle olan alâkası daha derindi; KANT bu sahalarda verimli araştırmalar yapmış ve kuvvetli bir mütehassıs olduğunu göstermiştir. Bunu isbat için, size hayatının tabiat ilimlerine hasre dilmiş olan ilk devrine ait bazı eserin başlıklarını okumaklığım kifayet eder: Meselâ sonraları LAPLACE tarafından kabul olunan ve o zamandan beri KANT-LAPLACE faraziyesi adı altında şöhret bulmuş olan Kozmogoni’ye ait meşhur eserini alalım; kitabın başlığı:
«Umumî tabiat tarihi ve gök nazariyesi, yahut bütün cihanın bünyesini ve menşeini, NEWTON prensiplerine göre izah denemesi» dir. Yahut Kant’ın, zinde kuvvet mefhumu hakkında DESCARTES ile LEİBNİZ arasındaki münakaşaya dair fikirlerini ihtiva eden ve şu başlığı taşıyan eseri alalım:
«Zinde kuvvetlerin doğru olarak takdiri hakkında fikirler ve bu münakaşada Bay von LEİBNİZ’le diğer mihanikçilerin kullandıkları bürhanların tenkidi; bunların yanında, umumî olarak cisimlerin kuvvetlerine taallûk eden bazı ihzarî fikirler.»
Okuduğumuz büyük başlıklar, bu gibi meselelerin o zamanlarda ne kadar büyük bir ciddiyetle ve ne derecede teferruata girişilerek tetkik olunduklarını gösterirler. Şu başlık ta diğerlerinden daha kısa değildir:
«Arzın mihveri etrafında, gece ile gündüzün birbirini takıp etmesine sebep olan devranın ilk günlerinden beri bir takım tahavviillere uğrayıp uğramadığı meselesine, bunun sebebinin ne olduğuna; vuku bulduğuna nereden kanaat getirilebileceğine dair araştırmalar.»
Bu başlıklardan anlaşıldığı gibi, KANT, tercihen aklî tefekküre sevkeden astronomik ve jeolojik meselelerle meşgul olmuştur. Bu ilimlerde pek az tecrübe yapmak imkânı olduğu gibi zaif bir müşahede malzemesi üzerine - mudil ve fantezi ile dolu istidlaller vasıtasile geniş nazariyeler kurulmaktadır. Böylece aklı binaların ne kadar kuvvetli olduğu açıkça görülmektedir. KANT’ın sırf riyazî meselelere ait bir eseri:
«Menfi kemiyetleri dünya hikmetine sokmak denemesi» dir. Bütün bu araştırmalar bize KANT’ı , başlıca alâkaları prensiplere ait aklî tarafta bulunan ve verimli bir surette çalışan bir tabiat âlimi olarak tanıtmıştır.
Bu adam günün birinde HUME’un eserlerini okuyup İngiliz tecrübeciliğini tanıyor. İngilizlerin afakî ve ispekülâsyon düşmanı fikirlerinin onun üzerinde bıraktığı intiba fevkalâde büyük olmuş olacaktır. Bu hususta KANT’ın kendi sözlerini zikredebiliriz: «Açık itiraf ediyorum; bundan bir çok yıl önce ilk defa dogmatik uykuyu terkedip ispekülâtif felsefe sahasındaki araştırmalarıma büsbütün başka bir istikamet vermeme âmil olan, DAVİD HUME’un hatırası olmuştur.»
KANT’ın içinde hasıl olan değişikliği, tecrübenin fevkalâde büyük olan ehemmiyetinin onun şuurunda birden bire uyanması, diye ifade edebiliriz. Belki KANT ayni zamanda, yapılması adet olan metafizik ispekülâsyonların çoğunun boşluğunu da , HUME’un açık ve kat’î mefhumlarile ölçerek hissetmiş olacaktır.
Fakat KANT HUME’un sisteminin zaif noktalarını görmeyecek kadar kötü bir riyaziyeci değildir. O, HUME’un riyaziye hakkındaki nazariyesinin noksanlarını görmüş, ve istikra meselesinin bu mütefekkirde aldığı seklin, ampirizmin muvaffakiyetsizlikle neticelenmesi demek olduğunu anlamıştır.
Bu intibaın tesiri altında KANT ampirizm ve rasyonalizm arasında öyle muazzam bir terkibe cür’et etmiştir ki, bunda tecrübe marifetin başlıca muhtevasını teşkil etmekte, fakat akla da, bir yer vermek suretile HUME’un sisteminin arzettiği boşluklar doldurulmaktadır.
KANT’ın sistemini anlıyabilmek için bir an geriye rücu edip HUME’un tefekkür sisteminin ne gibi bir temele dayandığını göz önünde tutalım. Burada bir ikilik mevcut olduğunu görmüştük. HUME der ki ilmî ifadeler ya akıl için zarurî, yani tamamen yakinî diller, ve yahut zarurî değil, yani yakinî değildirler. Akıl için zarurî olan bir ifadenin aksini, tenakuz ihtiva ettiğinden dolayı düşünemeyiz. Meselâ murabbaın dört köşe olması zarurîdir; bunu iddia eden kaziyeden temamen eminiz. Zira selbi bir tenakuz ihtiva eder. Akıl için zarurî olmayan kaziyeleri nazarı itibara aldığımızda, bunların makûsu olan ifadelerin ta hakkuk etmiyeceklerini iddia edemeyiz. Meselâ odamızda bulunan bir masanın birdenbire havaya kalkmıyacağından tamamen eminiz; fakat bu, zarurî değildir, zira günün birinde masanın kalkıp muallâkta durması imkânını açık bırakmak mecburiyetindeyiz. Dediğimiz gibi, HUME için iki imkân mevcuttur: ya ifadeler zarurî ve yakinî, ve yahut zarurî değil ve ayni zamanda yakinî değildirler. İstikra tenkiti işte bu tefrike dayanır. Malûmdur ki HUME istikranın, yani tabiat ilimlerindeki bağlılıkların, her hangi bir veçhile temellendirilmesine imkân olmadığını göstermiştir.
KANT, mülâhazalarına bu noktadan hareket ediyor ve evvelâ yukarıdaki tefrikin doğru olup olmadığı sualini ortaya attıktan sonra, HUME’un burada hataya düştüğünü göstermeğe gayret ediyor. KANT, HUME’daki iki mantıkî durumun dışında üçüncü bir durumun vârit olduğunu, yani mahz akıl için zarurî olmıyan, buna rağmen kat’î olan üçüncü neviden kaziyelerin, diğer tabirle, selbi, tenakuz ihtiva etmeyen fakat zarurî olarak kabule mecbur olduğumuz ifadelerin mevcut olduğunu isbata çalışıyor ve bu üçüncü grupa terkibî apriori adını veriyor. Bu kaziyeler terkibîdirler. Zira bize yeni şeyler gösterirler ve totolojiler gibi mukaddemelerin tekerrüründen ibaret değildirler; aprioridirler zira mantık kaziyeleri gibi mutlak surette zarurîdirler.
KANT’a göre terkibî apriori bir ifade, yalnız illiyete imanımızın nıeşrulaştırılması mevzuu bahsolduğu zaman karşımızda bulunmaz, bu gibi kaziyeler ilmin bir çok yerinde mevcutturlar! hatta bütün riyaziye, terkibi aprioridir. KANT’ın fikrini hendeseden aldığım küçük bir misalle izah etmek istiyorum. Bir müsellesle, bu müsellesin müs tevisinde bulunan bir düz hat tasavvur edelim. Düz hat ya müsellesi hiç katetmez, ve yahut kateder, ikinci şıkta müsellesin yalnız bir dılını değil, (hattı kâfi derecede uzun çizmek şartile) iki dılını katetmesi zarurîdir; müsellesin yalnız bir dılını kateden bir düz hat çizmek imkânsızdır. Bu iddia, hat müsellesin reislerinden birine tesadüf ettiği zamanda doğrudur. Zira her reiste iki dılı birleşmiştir. Hendeseye ait bu kaziye doğrudan doğruya bedıhıdir ve kimsenin şüphesini uyandırmaz. Fakat böyle bir iddiada bulunmak hakkını nereden alıyoruz? Bunu müsellesin tarifinden çıkaramayız; tariften, müselleşin üç dılı veya üç zaviyesi olduğunu istihraç edebiliriz, lâkin her hangi bir düz hatla katolunmasma dair hiç bir netice elde etmemize imkân yoktur. Burada, müsellesin müşahhas tasavvurlarımızla gör düğümüz bir vasfı mevzuu bahistir; müsellesin kapalılığı, yani kapalı bir sathı tahdit etmesi diyebildiğimiz bu vasıftan, müsellesi gözümü zün önünde müşahhas olarak tecessüm ettirdiğimiz vakit haberdar olmaktayız. Burada, tenakuz prensipine dayanmayan, fakat tefekkürümüz için aynı derecede kat’î olan bir zaruret vardır. Yani, kaynağı müşahhas görüş olan bir terkibi apriori kaziye karşısında bulunuyoruz.
KANT, riyaziyenin daha mücerret bir kısmı olan hesabı da müşabih bir şekilde tarif ettikten maada, ayni fikri gayet umumî mahiyette olan fizik kaziyelerine tatbik ediyor. Meselâ cevherin tahaffuzu kanununu zikrediyor ve diyor ki: Biz bir miktar maddenin birden bire hiçe kalbolmasını yahut hiçten hasıl olmasını pekâlâ tasavvur edebiliyoruz; yani kanunun makûsu bir tenakuz ifade etmemektedir. Fakat hiç birimiz böyle bir şeyin vukuuna inanmayız; o halde tahaffuz prensibi de sırf mantıkî olmayan bir zaruret ifade eder. KANT’ın tabiri veçhile, bir terkibi apriori kaziyedir. Bu neviden kaziyelerin en ehemmiyetlilerinden biri, illiyet prensibidir. İstikraî istiklâl her münferit halde bize şüpheli görünebilir; fakat müşahede ettiğimiz her hangi bir hâdisenin bir illeti olması icap ettiğinden ve araştırmalarımızın kâfi derecede keskinleştirilmesi sayesinde bu illeti meydana çıkarabileceğimizden mutlak surette eminiz. Zamanımıza ait bir misal alalım ve evimizdeki elektrik lâmbalarının birdenbire söndüğünü farzedelim; bozukluğun sebebini araştırmak ve bu sebebi ortadan kaldırmak için bir elektrikçi çağırıyoruz. Elektrikçi bir müddet arayor, bozukluğun izahını mümkün kılacak bir âmil bula mıyor ve nihayet bize bozukluğun hiç bir sebebi olmadığını, yani hâdisede illiyet prensiplerinin muteber olmadığını söylüyor. Bu adamın sözüne her halde inanmayız, bilâkis onu kovar ve illeti bulmakta maharet gösteren daha iyi bir elektrikçi çağırırız; zira illiyet prensibinin muteber olduğuna kaniiz. Burada da yine terkibi apriori bir prensip vardır. Zira illetsiz bir hâdiseden bahsedince tenakuza düşmüyoruz.
KANT, HUME’un noktai nazarını aynen kabul etmiş ve buna bir sualle bir cevap ilâve etmiştir. Yani KANT, HUME’un: İdeler âlemi-hakikî eşya âlemi, tefrikini almakla kalmayıp iki âlemin birbirile olan münasebetlerine temas eden bir sual ortaya atmıştır. HUME, zaruretin yalnız ideler münasebeti âlemine ait bir vasıf olduğunu öğrenmişti. KANT, zaruretin ideler münasebeti âleminden hakikî eşya âlemine teşmil olunduğunu göstermiştir. Riyaziye, yalnız kendi âleminde de ğil, ölçmelerdeki tatbikatında da kat’î ve zarurîdir. Arzın sathı üzerinde reislerini birer kulenin teşkil ettiği bir müsellesin zaviyelerini ölçtüğümüz vakit, zaviyelerin mecmuunun iki kaime olduğunu bulu ruz; ancak küçük müşahede hataları bu neticeden inhiraflara sebebiyet verebilir; bunun gibi, illiyet kanunu yalnız ideler âlemine ait eşya için muteber değildir; bu kanunu, elektrik tesisatı misalimizde oldu ğu gibi, mütemadiyen hakikî eşyaya tatbik ediyoruz. O halde, yalnız ideler âleminde değil, şe’niyet âleminde de zarurî olarak muteber olan kaziyeler vardır. Bunlar bize şe’niyet hakkında yeni bilgi verdiklerinden ve boş bir mantıkî münasebetten fazla mânâ ihtiva ettiklerinden dolayıdır ki: Terkibidirler; ayni zamanda apriori, yani hiç bir tecrübe ile cerholunamıyacak surette zarurîdirler.
Yukarıdaki mülâhazalar KANT’ın marifet nazariyesinin temelini teşkil eder. KANT’da ideler ve hakikî şeyler âlemlerinin birbirine uygunluğu meselesi bu temele istinaden tetkik olunmaktadır: Aklımızda bulduğumuz ve zarurî hakikat iddiasını taşıyan bir takım kanunlar şe’niyet âleminde nasıl muteber olabilir? İşte KANT’ın ortaya attığı meşhur sual budur.
«Terkibi tasavvurlarla bunların mevzularının bir araya gelmesi, birbirine zarurî olarak bağlanması, ve bunların adeta birbirine rastgelmesi için ancak iki hal mümkündür: ya mevzu tasavvuru, ve yahut bu, mevzuu yalnız başına mümkün kılar.»
«Mümkün kılmak» dan ne kastolunduğunu biraz yakından mütalea etmeliyiz. Mavi gözlük takan bir insan bütün dünyayı mavi görür veyahut müşahedesi neticesinde, bütün eşyanın mavi olduğunu ve eşyada yalnız açıklık ve koyuluk farkları varit olduğunu iddia eder. Fakat bu adamın, müşahedelerinde bulduğu mavilik eşyadan değil, mavi gözlüğünden gelmektedir. KANT’a göre marifette akim payını buna benzer bir şekilde tasavvur etmeliyiz. Bilâvasıta müşahede bize münferit idrakleri verir; ancak aklın muayyen bir faaliyetinden sonra idrakler arasında bir bağlılık hasıl olur. Bu vetirede akıl, kendi bünyesini bağlılıklara intikal ettirir. Binaenaleyh, bu tarzda kurulmuş âlemde menşei eşyada olmayıp, eşyayı mütalea eden insanda bulunan bir takım unsurlara rastgeldiğimizden dolayı hayrete düşmeliyiz. Terkibi apriorinin kaynağı buradadır. Terkibi apriori kaziyeler beşerî aklın, cihan görüşü içinde çizdiği hatlardır.
KANT’ın marifet meselesine verdiği şekil, KOPERNİK’in keşfi ile mukayese edilebilir, şu farkla ki KANT’ta inkişafın ciheti, KOPERNİK’tekinin aksi olmuştur; (KANT bizzat bu teşbihi yapmıştır.) İlkçağ cihan görüşüne göre arz gökteki hareketlerin merkez noktasında bulunuyor ve güneş ve seyyareler arzın etrafında mahreklerini çiziyorlardı; KOPERNİK, güneşin gökteki hareketlerin merkezi ve arzın güneş etrafında dönen peyklerden biri olduğunu göstererek bu telâkkiyi aksine çevirmiştir. KANT’ın marifet nazariyesindc yaptığı, bu vetirenin makûsu addolunabilir; evvelce marifet, haricî eşya zaviyesinden mütalea olunurken, KANT, marifetin insan zaviyesinden bina edilmesi lâzım geldiğini ve antroposantrik telâkkinin daha yüksek olduğunu ileri sürmüştür. Bizatihi eşyanın mevcudiyetinden bahsetmek manasızdır; eşya ancak mütalea eden insana nazaran mevcuttur; eşya hakkındaki bilgilerimiz bizatihi eşya için değil, ancak fenomenler için muteberdir. Bize muta âlem İlmî araştırmanın mevzuu olabilir; fakat âlemimimizin, bize ait vasıfları taşımasına şaşmamalıyız. KANT’ın «Mahs aklın tenkidi» adlı en büyük eserinde inkişaf ettirdiği intikat felsefesinin ana hatları bunlardır. KANT bilgiye ait her nevi ifadenin muhteva bakmamdan en ehemmiyetli kısmını tecrübenin verdiğini iddia etmekle ampirizmle hemfikirdir. Fakat o ayni zamanda rasyonalizm prensipinden bazı unsur almaktadır. Zira KANT’a göre akıl, marifetin umumî çevresini ve en umumî kanunlarını kendinde bulur. KANT’ın fesefesini cihan tarihindeki ehemmiyeti, marifetin insana olan bağlılığını esas ittihaz eden bir sistem olmasındadır.
Bir insanın yarattığı tefekkür binasını tetkik ettikten sonra, o insanın şahsiyetinin mütaleası psikolojik bakımdan çok cazibelidir. Zira her ne kadar tefekkür sistemi, zamanda beliren ve hallolunan bir takım âfâkî meseleleri nazarı itibara alırsa da, fikirlerin gerisinde muayyen bünyeyi haiz bir mütefekkirin bulunduğu daima hissedilen bir keyfiyettir. Ve ortaya atılan suallerle bulunan hal tarzlarını, sistemin yaratıcısı olan şahsiyet tayin eder. Felsefî sistemin ana hatları, keskin göze malik olan bir insan için, sistemi kuranın şahsî büneysi nin ana hatlarıdır.
Bu gibi mülâhazaları, mütalea etmiş olduğumuz diğer büyük filozoflar hakkında da yürüttük. DESCASTES’ı, kendini hayatın zevklerine ve tehlikelerine atan ve ancak sisteminin temelini teşkil eden yakınî bulduktan sonra sükûnete erişen, ihtiraslı ve heyecanlı bir şahsiyet olarak tanıdık. HUME’un, sakin, âfâkî, ihtifassız, DESCARTES gibi insan düşmanı değil, fakat insanların dostu, dünyadan yüzünü çevirmemiş bir mütefekkir olduğunu gördük. HUME bazan pratik faaliyetlerde bulunmuş ve meselâ kendisine teklif olunan sefaret kâtipliği vazifesini deruhdeye hazır bulunmuştur; seyahatlerinde zeki ve zarif insanların cemiyetini aramış ve hattâ bir kere J. J. Rousseau gibi bir adamı uzunca müddet kendisile beraber yaşamağa davet etmiştir. KANT ise bu iki şahsiyetten ayrı, üçüncü bir tip, dünyadan uzak âlim tipidir. KANT, HUME gibi ihtirassız bir insan olmakla beraber, onun gibi cemiyet adamı değildir. KANT, bütün hayatını küçük bir Alman şehri olan Königsberg’de geçirmiş ve seyahatlerinde şehrin yakininde bulunan bazı köy ve şatolardan daha uzak lara gitmemiş, fakat bütün dünyayı muhayyelesinde kurmuştur. Hayatında hiç bir hakikî seyahat yapmamış olan bu adam, bir kaç defa üniversitede ders verecek kadar coğrafyada derin bilgilere malikti. Rivayet ederler ki KANT kendisini ziyaret eden bir İngilize Taymis nehri üzerindeki köprüyü en ufak teferruatına kadar tasvir etmiş ve İngiliz bu bilginin doğrudan doğruya müşahedeye dayanamadığını anlayınca şaşa kalmış. KANT bütün alemi kendi kafası içinde bina etmiştir. Belki bundan dolayı bu kafa, aklın âleme kanunlar verdiğini iddia eden mesleği inkişaf ettirmek hususunda ay rica büyük bir istidat ve kabiliyet göstermiştir.
KANT’ın sisteminde tahakkuk etmiş olan tefekkür başanşınm hem büyüklüğü hem de zaif tarafları bu noktadadır. Âlemi, insan muhayyelesinin muhtevası olarak gören bu adam, akim hâkimiye tine haddinden fazla ehemmiyet atfediyor ve hakikî âlemle pek az temas ediyordu. Bunun için sistemi tarihî tekâmülün hücumlarına dayanmamıştır. KANT, bütün ilimlere daima hâkim olacak olan kanunları formüle etmek istiyordu. Fakat ilimler, terakkilerinde bu kanunları geride bırakmışlardır. Meselâ, ondan hemen sonra gelen tabiat ilmi, onun çizdiği yolun tamamen dışında, müstekil bir yol tutmuştur. Hattâ bu ayrılık ve sarsıntı KANT’ın hareket noktasını teşkil eden ve onun marifet mefhumuna malzeme veren riyazî tabiat ilimlerinde başlamıştır. Tecrübeci sıfatile çalışan her şahıs, elde ettiği neticeleri daima ihtiyat kaydile telâkki eder; ancak nazariyatçı âlim, bu neticelerin karşısında onları mutlak hakikat haline sokmak, onlara menşeleri dolayısile malik olmıyacakları bir yakinî vermek tema yiilünü hisseder, işte KANT zamanının yani NEWTON’nın fiziğini, olduğundan ve olabileceğinden daha sabit ve daha sağlam görmüştür. Fakat zaman, KANT’ın mutlak surette doğruluğunu iddia ettiği terkibi apriori kanunların sarsıldığını, terakki etmekte olan tabiat ilimlerinin, KANT’ın ebediyen doğru olarak gördüğü prensipleri terketmekte tereddüt etmediklerini göstermiştir.
Bu inkişaf, KANT’ın ölümünden yirmi yıl sonra, on dokuzuncu asrın birinci nısfında, klâsik hendesesinin bazı prensiplerini terkeden «Laöklidî» hendeselerin keşfile başlamış olup Riemann ve Hehnholtz’dan geçerek zamanımızda kurulmuş olan ve mekân ve zamanda KANT’ın tasavvur bile edememiş olduğu vasıfları gören EİNSTEİN’ın umumî izafiyet nazariyesine kadar gelmektedir. Zamanımızda cevher mefhumu da değişmiştir. Bugün safdil ve müşahhas manada bir cevherden bahsetmenin abes olup olmadığı sorulmaktadır. Fakat bilhassa illiyet mefhumu çok sarsılmıştır; quantumlar mihaniki sayesinde tabiat kanunu mefhumu genişletilmiş ve bunda mutlak yakin terkedilip ihtimaliyet kanunlarının kabulüne başlanmıştır.
Bugün yeni meseleler karşısında bulunmaktayız. Terkibi apriori meselesi artık yoktur; çünkü terkibi apriori kanunların mevcut olmadığı görülmüştür. KANT’ın böyle zannettiği kaziyeler NEWTON’nın riyazî fiziğinin arzettiği pek umumî mahiyetteki tecrübî kaziyeleridir. Bu bakımdan terkibi apriorinin KANT tarafından temellendirme tarzının tenkidi bir tetkike tâbi tutulması icap eder. KANT’ın ilk temasta doğru hissini veren sistemi her halde bir hatayı ihtiva etmektedir. Dakik bir marifet tenkidinin vazifesi, bu hatayı meydana çıkarmak olmalıdır. Fakat bunun için tabiat ilimlerine ve riyaziyeye ait bir çok teferruatın bilinmesi lâzım geldiğinden, buna burada teşebbüs edemeyiz. Yalnız şu kadarını söylemekle iktifa edelim ki, beşerî aklın, KANT’ın zannettiği kadar kuvvetli olmadığı anlaşılmıştır. Umumî mahiyette yeni tecrübeler meydana çıkınca, tabiat âlimleri yalnız bilgilerinin muhtevasını değil, ayni zamanda ilimlerinin umumî tefekkür çerçevelerini tecrübelere uydurmuşlardır. Bu, an’anenin verdiği tasavvurları muhafazada ısrardan daha yüksek bir başarıştır. KANT nasıl NEWTON’nun fiziği karşısında bulunmıyorsa, biz bugün EİNSTEİN’ın fiziği karşısında bulunuyoruz. Ve zamanımızı bilhassa alâkadar eden marifet meselesi modern fiziği tahlil ve tefsirden ibarettir; ki, bu işi başarırken KANT’ın düştüğü hatadan - yani umumî mahiyette tecrübî kaziyeleri ebedî apriori kanunlar telâkki etmekten - çekinmeğe gayret ediyoruz. Yeni âlem görünüşünü kurmakla beraber bu görüşün ne derecede tecrübeye bağlı olduğuna işaret ediyoruz. KANT’ın sisteminde son büyük zaferini yaşamış olan rasyonalizm ancak bugünlerde parçalanmış ve mevkiini kat’î olarak amprizme terketmiştir; yani bugünkü telâkkimiz KANT’tan ziyade HUME’un fikirlerine yaklaşmış bulunmaktadır. Fakat bizim tecrübeciliğimiz riyazî usulü kabul ettiğinden dolayı mantık meselelerini HUME’un felsefesinden daha iyi kavrayacak bir vazıyettedir. Ve binaenaleyh daha sağlam bir temele maliktir. Sözlerimin başında riyaziyecilerin ve riyazî tabiat âlemlerinin rasyonalistler arasında bulunduğuna, ampiristlerin ise felsefe dışında sırf tecrübî olan ilimlerle meşgul olduklarına işaret etmiştim; bu durum on dokuzuncu asırda esaslı bir surette değişmiştir. Bugün riyaziyeciler tecrübî felsefe tarafını iltizam etmekte ve yeni ampirist fesefeye ayrıca kuvvet vermektedirler. Bunların mantık bakımından rasyonalizme karşı yaptıkları tenkitler, rasyonalizmin inhilâline sebep olan başlıca âmillerden biridir.
Fakat elde etmiş olduğumuz yeni bilgilere rağmen tevazudan uzaklaşmıyalım. Tahakkuk ettirdiğimiz terakkilerin bir çoğunu bizden evvel gelen mütefekkirlerin hem marifetlerine hem de hatalarına borçluyuz. Bunlardan bilhassa: tefekkürde ciddiyeti, çalışmada yorulmak bilmemeği dikkatimizin marifetin ne olduğune ve mari feten ne kastolunduğuna tevcihi öğrenmeliyiz. Bu son nokta, eski mütefekirlerin dikkat nazarını bilhassa celbetmiş olan ve bütün hususî meselelerin gerisinde saklı bulunan esas meseledir. Ve nihayet size bu konferanslarla göstermek istediğimiz şeyi de şu şekilde hülâsa edebiliriz. Felsefenin en ehemmiyetli meselesi tefekkür meselesi dir; ve günlük hayat ve faaliyetimizi ve kurduğumuz ilimleri ancak felsefî gözlerle mütalea etmek şartile hakikaten anlıyabiliriz.
Hans Reichenbach
Reichenbach’ın bu yazısı, Üniversite Konferansları 1935-1936 (Ülkü Basımevi, İstanbul, 1937) kitabından (s. 56-66) alınmıştır.