Namık Kemal’in Muhtelif Simaları
1
Onu ilk önce Hersekli Arif Hikmet’in evinde, Abdülâziz devrinin henüz müşevveş, fakat eski Osmanlı efendiliğini tamamiyle bırakmamış bir zevk ve hayat telakkisinin yetiştirdiği genç bir şair olarak, tasavvufi lügatinde o kadar mükemmel surette kullanan derin manalı ve asil jestli gazellerini etrafındakilere okurken görüyorum. Çoğu kemâl yaşına gelmiş, müesses bir şöhret sahibi olan etrafındakiler… dikkatlerini gazelden ziyade onun sıcak bir meyi gibi içlerine kadar akan gür sesine toplamışlar, dinliyorlar; vâkıa hiçbiri bu sesin bir gün kütle camiasını ayaklandıracağını, ona yeni bir hayatın yolunu açacak feyizli ve mesut kelimeleri öğreteceğini düşünmüyorlar. Bununla beraber, kaşlarına doğru mail bir ışık çizgisi yapan gözlerindeki acayip manadan, haşin maden parıltılarından, onlarda çok başka türlü bir istikbalin ve başka türlü bir talihin akislerini görerek ürküyorlar.
2
Onu Yusuf Kâmil Paşa’nın konağında şark ve garbın en müsrif debdebesile döşenmiş bir selâmlık odasında, zinüfuz septik vezirlerin, devlet adamlarının arasında bir hiç, beğenmediği bir budalalık için kendini gülmeye zorlarken görüyorum. Epikürün bu göğsü yaldız savatlı çıraklarına bekledikleri, hak ettileri dersi en gür sesiyle ve en geniş meydanda haykıracağı saatin sabırsızlığı içinde hazırladığı nükteyi unutarak susuyor ve her türlü hayat nimetlerini bol bol tatmak için yaratılmış hissini veren dudaklarını kısarak somurtkan ve yalnız dışarıdaki korkulu, vehimli İstanbul gecesinde teselli bulmak ümidiyle yerinden fırlıyor.
3
Onu sırtında, Üçüncü Napoleon devrinin o şık kostümlerinden biri olduğu halde saçlarının hemen resminin bize sakladığı o dağınık kıvrımları, kesilmiş top sakalı, geniş alnıyla Paris kahvelerinden birinde, hasbi harekete ve maceraya susamış bir avuç arkadaşına yarınki makalesinin esas çizgilerini anlatırken görüyorum. Onu dinlerken gözlerinde yeni bir hayatın ve istiklalin müjdesi canlanan etrafındakiler geniş alnındaki kırışıkların altında dolaşan düşüncenin ne olduğunu fark bile etmiyorlar. Bu feragatkâr ve eritilmiş altın ruhlu adamı ferdi bir hayattan, şahsi bir ihtiras veya emelden, herhangi bir arzuda o kadar uzak kabul etmişler ki, neredeyse kendine mahsus ferdî bir hayatı bile olduğunu inkar edecekler ve o, bunu bildiği için bir hayatın değil, sadece bir düşüncenin adamı olmanın azabını, İstanbul güneşi altında geçirmek istediği şu sabah saatinde ömrünün bir mükâfatı gibi telâkki etmeye razı oluyor ve (Ali Paşa…) diye sözüne devam ediyor.
4
Onu Dolmabahçe sarayının, ağır vişne çürüğü perdeleri arasından karşı boğaz sahillerinin bir mükâfat gibi göründüğü yüksek ve tavanlı bir odasında, karşısındaki adamla son derecede terbiyeli fakat vakur konuşurken görüyorum. Hafif çatılmış kaşlarını birleştiren çizgiden ömrünün sonuna kadar devam edecek bir azmi şu anda tekrar hatırlamaya ihtiyaç gördüğü anlaşılıyor; Hünkârın yüzüne bakmıyor bile… Ve kendisine bir hayvan okşar gibi dikkatle iltifat eden sesin altında, bütün bu nezaketlerin, bütün bu mahviyetkâr ifadenin ve ardı arası gelmeyen vaadlerin uğruna ömrünü vakfettiği milletin hürriyet ve hayat hakkı için hangi meşum tehlikeleri gizlemeye çalıştığı düşüyor.
5
Onu mutasarrıflıkla ömrünün son senelerini geçirdiği adalardan birinde, bu ömrün muhasebesini yaparken görüyorum. Etrafında korkunç bir sessizlik ve yalnızlık var; Abdülhamid’in vehmi her şeyi susturmuş. Kendisinde çizilen feyizli istikbal yolunun yarısında kalan bütün bir millet bu haşin ve düşman sessizlik içinde, önüne sed çekilen hamlesini dudaklarını kısmış, sabırsızlıkla kemiriyor. Fakat bu sessizlik ne kadar korkunç ve derin… Etrafta herkes onu dinliyor, onun içinde sararıyor, onun dilini konuşuyor ve bu sessizliğin kendisini yutmakta olduğunu hissediyor. Mücadele meydanlarının kükremiş arslan sesli kahramanı, şimdi kendini bu sessizlik içinde, kafesine kapatılmış bir kartal gibi mahpus buluyor, ve işin en korkuncu bunun ebediyete kadar böyle devam edeceğini, bu sessizlik içinde ebediyete kadar böyle hareketsizliğin ıztırabını çekeceğini zannediyor ve hiçbir ızdırabın, hiçbir felâketin çizgilerini değiştiremediği çehresi talihin bu son tecrübesinin karşısında takallûs ediyor.
6
Onu Sakızdaki kira evinin bir odasında ölüm döşeğine yatmış görüyorum. Hastalığın, insan kudreti fevkinde çalışmanın zayıflattığı yüzünde elmacık kemikleri ne kadar bariz çıkıyor. Fakat yüzü ne kadar sakin… Vazifesini yapmış olduğunu bilmenin sükûneti ve ebedi, mutlak bir hürriyete kavuşmuş olmanın verdiği rahatlık bütün çizgileri yumuşatmış, ömrünün kırk sekiz senesini dolduran azabının izlerini oradan silmiş, bu çehreye saf ve aydınlık düşüncenin sakin ihtişamını bahsetmiş.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu yazısı Tasvir-i Efkar’ın 22 Aralık 1940 tarihli sayısında yayımlanmıştır.