Hüseyin Rahmi Bey ve Kahramanları
Otlar, çiçekler, ağaçlar, köklerleri vasıtasıyla topraktan kuvvet aldıkları müddetçe canlı ve sürekli olurlar. Edebiyat da aynı suretle kendisini besleyecek bir sahaya muhtaçtır. Kökleri halk topluluğunun içinde olmayan edebiyat özlü, canlı değildir. Hüseyin Rahmi o beyin çiftçilerindendir ki kullandığı tohum halk fideliğinden alınmıştır; onun mevzuları halkın yaşayışından, duygusundan, düşünüşünden toplanılmıştır. Hüseyin Rahmi’nin edebiyatının kökleri halktadır. Halk daima yaşayan ve yaratan bir varlıktır; Hüseyin Rahmi’nin eserlerindeki kudretin menbaını burada aramalıdır.
Hüseyin Rahmi Bey’in romanlarını okurken bu kitaptaki kahramanları bir bir tanır gibi olurum. Onlar, muharririn muhayyilesinin yarattığı tiplerdir ama bu hayal âleminin mahlûkları, sokakta dolaşan, vapura, tramvaya binen, sizinle konuşan, benim yanımda bulunan tabiat insanlarından hiç de başka türlü değillerdir. Ben Hüseyin Rahmi Bey’in romanlarını okurken onun kahramanlarını tanır gibi olurum; bu filândır derim, bu filancaya benziyor derim, şu tarihte bizim mahallede böyle bir oturmuştu diye düşünürüm. Ben sokakta gezerken, vapurda, tramvayda otururken, bir yerde konuşurken ilk karşılaştığım kimselerin bazılarını pek eskiden tanıyormuşum gibi olurum. Bu büyük hanım, Hüseyin Rahmi Bey’in filan romanından anlatılan kadındır, bu kalem efendisini üstat şu romanında tıpı tıpına tasvir eder, şu ihtiyar, Hüseyin Rahmi’nin filanca eserindeki filanca tipin örneğidir diye düşünürüm.
Bu ne demek oluyor? Bu o demektir ki Hüseyin Rahmi Bey’in tip yaratmaktaki ustalığı harikulâdedir. Muharririn dimağı bir insan atölyesi gibidir, orada yerli malı olmak şartıyla her nevi tipler pek maharetle imal olunur, bunlar cinslerinin en iyileridir. Üstadın yarattığı tipler, taşıdıkları hususîlikten dolayı derhal tanınır ve sanki görünmez bir yerlerinden Hüseyin Rahmi markasını taşırlar; o kadar belâgatle kendilerini yatan Allah’ı söylerler. Bu fabrikanın malları Ford’unki gibi standardize değildir; her tip bir başka şahsiyet sahibidir. Muvaffakiyetinin sırrı: Hüseyin Rahmi Bey deprenatür çalışan bir muharrirdir; tabiat ve hayatı tetkik eder, görür, onları, kendi zekâ, hayal ve hassasiyetinin süzgecinden geçirir, ondan sonra “tekvin” başlar. Deprenatür çalışır, fakat fotoğrafçı değil, ressam gibidir. “Şık” romanının kahramanı elli yıl evvelki İstanbul’u kaplayan Paris hasretinin doğurduğu gülünç züppedir. “Mürebbiye” romanında Dehri Efendi, kendini Garp kara sevdasına kaptırmış Tanzimat efendisi değil midir? Bu, bey veya paşa da olabilir. Ya o Amca Bey, Enişte Bey, delikanlı, tatlısu frengi, mürebbiyenin bütün bu yanık, çoşkun, ateşli tutkuları, alaturkadan ayrılmayan, alafranga görünmek isteyen bir devrin alameti farikasını taşıyan insanlardır. Ahmet Vefik Paşa bir aralık Bozdoğan Kemeri civarında otururdu. Paşanın odasında kendi kendisine yüksek sesle konuşarak sesini zaman zaman alçaltıp yükselterek piyes temsil ettiği mahallede duyulmuştu. Dehri Efendi tipi, buradan çıktı. O zaman Çukurçeşme’de bir Tosun Paşa ailesi otururdu; bu ailedeki Rum mürebbiye evin çocuklarına alafrangalık diye laterna ile polkalar oynatmaya kalkmıştı. Hüseyin Rahmi Bey o sıralarda Jean Jeaque Rousseau’nun Emil isimli romanını okumuş, “Çocuk fenalığı bizzat görmeli ki onu iyice anlasın ve ondan çekinsin!” fikri hoşuna gitmişti. Bunlar birleşince “Mürebbiye” romanının çatısı ortaya çıktı.
Aksaray’da Macar’dan dönme bir paşa otururdu; kızı pek güzel, tahsil görmüş, yüksek bir hanımdı. Kocası kadını çok seviyordu, fakat kadın onu beğenmiyordu, gönlünü başkalarıyla eğlendirmeye başlamıştı. Koca, karısının servetini bırakıp ona karşı duyduğu tutkunluğu çiğneyip bırakıp gitsin mi, yoksa olup bitenleri sinemeye çekip göz mü yumsun? İşte bir sevda muadelesi! “Bir Muadele-i Sevda” romanı mevzuunu buradan aldı. Hangi birini anlatayım, romanların her birinin başka bir hikayesi var. Hakikî hayat sahneleri… Hüseyin Rahmi Bey’in kahramanları şunlardır: Abdülhamid devrinin konak efendisi, hanımı, kalfası, dadısı, züppesi, uşağı, hizmetçisi, aşçısı. Meşrutiyetten evet ve sonra İstanbul mahallelerinde oturan imam, mütekait, kalem efendisi, tulumbacı, satıcı, namuslu alüfte, sokakta oynayan çocuk. Umumi harp yıllarında aç kalan, saman ekmeği yiyen, varını yoğunu satıp savan, sonunda sokağan dökülen İstanbullu; kadınıyla, erkeğiyle, çoluğu ile, çocuğu ile… Mütareke senelerinin frenk esiri, frenk mukallidi, soytarı, dejenere, parazit adamı. “Kokotlar Mektebi” isimli romanda bütün bu tipleri bulursunuz. Muharririn son eserlerinde bir parça da kendisi var; pek ziyade sevdiğim, saydığım üstadı darıltmaktan korkmasaydım bu eserin ve o tipin adını da söylerdim.
Refik Ahmet Sevengil’in bu yazısı 23 Mayıs 1934 tarihli Yedigün’ün 60. sayısında yayımlanmıştır.