Edebiyatçı Olmadığı Halde Edebiyat Tarihimize Geçen Bir İsim: Miralay Hulûsi
Matbaada çalışırken postahaneden getirilip masamın üstüne bırakılan mektuplar arasında adıma yazılmış bir zarfı açtığım zaman içinden bir mezar fotoğrafı çıktı. Bu fotoğrafa derin bir hüzün ve alâka ile baktım. Mezar taşının üstünde şu sözler okunuyordu:
Burada uyuyor. Mütekait miralay Hulûsi Bey 1860–1933.
Resmin arkasını çevirince küçük çizgilerle ayrılmış şu cümleleri okudum: “Bizi doyuran toprak nihayet bizimle doyuyor; çok hasis alacaklı.”
“Ölümü niçin çiçeklerle süslüyoruz; bu da bir zifaf (gerdek gecesi) mı?”
“Ölüm hayatı, hayat ölümü yiyor; biz bu vahşi kanuna yaşamak, ölmek diyoruz.”
“Gönülleri mezarlara gömülü ne kadar sağ insan var.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “İffet” romanından:
“Ömür bana bayramlarda çocukların hevesle binip hüzünle indikleri dönme dolaplar gibi çarhızamanın birkaç kısa devrinden ibaret göründü… İşte devranın altına insan yatırıp üstünde ot bitirdiği tarla. Ne derin manalı sükût! Artık o bizim gibi olmayacak, biz onun gibi olacağız. Buna kavuşmak diyebilir miyiz?”
Edebiyatçı olmadıkları hâlde edebiyat tarihine girmiş olan insanlar vardır. Meşhur şairlerin sevgililerinden, kadın sanatkârların evlendikleri kimselerden, tanınmış yazıcıların yetişmelerinde yardımı ve tesiri geçmiş olan hocalarından, yahut herhangi bir suretle bir muharririn hayatına karışmış olan kimselerden hemen hemen her milletin edebiyat tarihinden uzun uzadıya bahsedilir. Bizim edebiyat tarihimizde bu kabil isimler az geçer; bunun sebebi muharrirlerin yaşayışlarına ait tetkiklerin azlığı, sanatkârın eserini nasıl bir muhitte, ne gibi tesitler altında vücuda getirdiğinin, kimlerle düşüp kalktığının araştırılmamış, tesbit edilmemiş olmasıdır. Büyük yazarların hayatlarına ait eserler, hakiki ve yüksek şahsiyetlerin yaşanılmış romanı olmak itibariyle pek enteresandır. Bizde İbrahim Necmi’nin Abdülhâk Hamid hakkında, İsmail Hikmet’in Ziya Paşa hakkında yazmış oldukları kitaplar bu yoldaki ilk denemelerdir; bunlardan başka Ruşen Eşref’in vaktiyle Tevfik Fikret’in hayat ve hatıralarına dair yazıp bastırmış olduğu bir kitap şairi etüt etmek isteyenler için değerli bir vesika sayılabilir. Abdülhâk Hâmid’in umumî harp yıllarında iki cilt hâlinde bastırılıp çıkartılmış olan mektupları da kıymetli vesikalardır. Bu yolda büyük muharrirler için ileride eser vücuda getireceklere yardımcı mahiyette ufak tefek bazı yazılar da çıkmıştır.
Hüseyin Rahmi, bizim edebiyatımızda halk için ve halkın yaşayışını yazmış olan romancı olmak itibariyle çok ehemmiyetlidir; zamanımızın edebiyat telakkisini yarım asır önce karşılamış, bu yolda çalışmış, sevilmiş, okunmuştur. Dildeki bazı küçük değişiklikler bir yana bırakılırsa, bu eserler canlandırdıkları hayat dilimi ve hayat dilimini anlatıştaki kuvvet itibariyle yarın da aynı alâka ve sevgi ile okunacaktır. Bu noktadan Hüseyin Rahmi’nin hayatı ve hatıraları Türk karileri ve Türk edebiyat tarihi tetebbüleri için merak edilecek bir bahistir. Hüseyin Rahmi’nin yetmiş iki yıllık hayatının büyük bir kısmında büyük romancıya büyük bir vefa ve samimiyetle arkadaşlık etmiş olan miralay Hulûsi, bu uzun beraberlik yüzünden Hüseyin Rahmi ile birlikte edebiyat tarihimize girmiş bir adamdır. Hüseyin Rahmi’yi seve seve okumuş ve okumakta olanlara, uzun bir ömrün yorgunluğunu üç yıldan beri toprakların altında dinlendirmekte olan bu eski ve iyi dostu tanıtmak istiyorum.
Miralay Hulûsi benim sevdiğim, saydığım ve beğendiğim bir adamdı; iyi kalbi, doğru düşünceleri, tatlı sözleri ve sevimli hâli, onu tanıyanların hepsinde kendisine karşı hemen büyük bir gönül bağlılığı doğmasına sebep olurdu. Onu benim gibi herkes sever, sayar ve beğenirdi; fakat o benden ve herkesten önce Hüseyin Rahmi’nin Hulûsi Beyidir. Yarım asırdan fazla süren bir arkadaşımla birbirine bağlanan bu en temiz, en iyi iki insan bir evde otururlar, bir evde yaşarlar, bir yerde yiyip içerler ve romancı, kütüphanesinin başına geçip eserlerini yazarken arkadaşı salonun bir köşesindeki kanepenin üstünde oturup kitap okurdu. İkisi de hiç evlenmemişlerdir. Gençliklerinde birlikte gezip tozmuşlar, olgunluk ve yaşlılık çağlarını beraber geçirmişlerdir. Hüseyin Rahmi’nin büyün eserlerinin ilk karii miralay Hulûsidir. Büyük romancının kaleminden ve kafasından çıkan yazılar, daha müsvedde hâlinde iken muharriri tarafından okunur, ilk kari, sevimli yüzüne tatlı bir heybet veren kalın kaşları ve pos bıyıkları ile etrafı üst üste çizgilerle çevrilmiş gözlerinde içten gelme bir parıltı ile, yüzünde derin bir hayranlık ve ibadet manasile dinler, fikir söyler, beğenirdi. Bir muharrir içini bu kadar yakından bu kadar iyi anlayan ve iyi bulan bir münevver kariin sıcak itimat havası ile dolu ve sarılı olarak çalışmak, zannederim ki, bir emniyet ve kuvvettir. İlk kari, bazen ilk münekkit olurdu; fakat asla kırmayan, tatlı bir şefkatle ve iyi dilekle tenkit eden bir dost. Muharririn yazılarını gazetelere, kitapçılara miralay Hulûsi getirir, pazarlıkta hazır bulunur, çok defa pazarlığı o yapardı; her zaman parayı almaya o gelir, makbuzları o imzalardı. Hüseyin Rahmi’nin bütün romanları müsavi büyülükte hususî ölçüde ve aynı cinsten kâğıtlar üstüne yazılmıştır; bu müsveddeler, yazı dizildikten sonra miralay Hulûsi tarafından matbaalardan geri alınırdı. Heybeliada’daki köşke götürülür ve saklanırdı.
Hüseyin Rahmi, münakaşaları bol bir yazıcıdır. Başlı başına merakla takip edilecek ayrı bir bahis olan bu münakaşalardan onu her zaman birden fazla düşmanla çevrilmiş ve her zaman tek başına muzaffer çıkmış görürüz. Daima başlalarının üstada sataşmış olmaları bu münakaşaları doğurmuştu. Son yıllarda yine böyle haksız ve yetersiz bir hücum karşısında kalan romancı, bir gece oturmuş, zemzehir bir karşılık yazmış; ertesi gün miralay Hulûsi erkenden bana geldi ve söyledi ki Hüseyin Rahmi cevap makalesini bana getirecektir, bunu neşredersem ötekilerin tekrar cevap vermeleri, romancının yeniden kaleme sarılması, işin uzaması ihtimali vardır; halbuki aziz dost, artık Hüseyin Rahmi’nin yeniden gürültülü, heyecanlı polemik yazılarına dönmesini istemiyor. “Sinirlenecek, üzülecek, yorulacak!” diye endişe ediyordu. Ertesi gün de Hüseyin Rahmi miralay Hulûsi ile birlikte geldi; yazısını okudu; kütüphanemdeki Hüseyin Rahmi dosyasının en değerli vesikalarından biri olan bu güzel münakaşa makalesini neşretmemek ve saklamak için üstadın müsaadesini rica ettim. Miralay Hulûsi hemen söze atıldı:
-Ben olsam neşrederdim ama, Refik Ahmet Bey münasip görmüyor. Bu da doğru bir düşünce… Yine siz bilirsiniz! dedi.
-Münasip görmüyor değilim, dedim, ancak bu hücumlara cevap vermek onlara değerinden fazla ehemmiyet vermiş olmaz mı?
Üstat memnun olmadı, sesini de çıkarmadı; miralay Hulûsi, canı gibi sevip üstüne titrediği dostunu uzayıp gitmesi ve dalbudak salması muhtemel bir gürültüye karışmaktan kurtarmış olduğu için gizli gizli seviniyordu.
Heybeliada halkı bir çeyrek asır, hemen her sabah tur yolunda bu iki iyi dostu birlikte gördüler. Hüseyin Rahmi’nin pek seyrek gittiği davetlerde miralay Hulûsi daima hazır bulundu ve evin bütün alışveriş işleri hastalanıp yatağa düştüğü son günlere kadar tarafından görüldü. Hayli zaman evvel büyük romancı ağırca bir hastalık geçirmişti. Hekimler bir hastabakıcı tutulmasını söylediler; miralay Hulûsi hiç bir hastabakıcının kendisi kadar candan çalışabileceğine inanamazdı; ihtiyar adam, arkadaşını hastalığın büyün seyrince en şefkatli ve bilgili bir hastabakıcından daha iyi baktı. Hüseyin Rahmi, miralay Hulûsi ölünceye kadar İstanbul’dan çıkmamıştı; miralay Hulûsi de bütün askerlik hayatını İstanbul’da geçirmiş ve tekaüt olduktan sonra da buradan ayrılmamış olduğu için bu uzun beraberlik hiçbir zaman fasılaya uğramamıştı. Miralay Hulûsi’nin ölümü, büyük romancıya adayı ve dünyayı zindan etti; bir zaman eve giremez, adada dolaşamaz, hiçbir şeyler savunamaz hâle geldi, nihayet bir kış için kalkıp Mısır’a gitti. Hüseyin Rahmi’nin İskenderiye’den 29 Kânunuevvel 1933 tarihiyle bana yazdığı ilk mektubunda büyük muharririn İstanbul’dan ayrılış intibalarını anlatan şu satırlar vardır:
“Yağmur çamları yıkadı. Matemi dinmez bir göz gibi hâlâ gökten damla damla kasvet yağıyor. Dağ başındaki inziva evimde yaşadığım hüzünlü saatler çile dolduran dervişler gibi ruhumu tasfiye ediyor. Alelâde zamanlarımda üstünkörü bir bakışla görüp geçtiğim şeyler şimdi bana ürküntü verecek bir derinlik alıyor. Adadaki bir mezar bütün dünyayı nazarımda kabristana çevirdi. Nereye baksam baş ucuna tahta parçası dikili bir toprak kümesi görüyorum. Kalabalığı içinde tek başıma kaldığım vatanımdan muvakkat bir ayrılışla gidiyorum. Leyleklerin göçtüğü, kırlangıçların uçtuğu nurlu ufuklara… Biraz da çölün kızgın kumları üstüne yaşlarımı serpeyim… bakalım, ehramların heybetleri önünde ne duyacağım? Burnu, kuşağı kırık Ebühevlin cüzzamlı bir cadı gibi uzaklara bakan falcı gözlerinden ne anlayacağım?”
Hüseyin Rahmi, Mısır’dan döndükten sonra bir zaman Heybeliada’da küçük tur yolundan geçemez olmuştu; miralay Hulûsi’nin Marmara’nın ve Büyükada’nın güzelliklerine karşı yatıp dinlediği mezarlık buradadır. Geçen kış bir gün üstadı İstanbul’da gördüm; yarım asır iki kişi olarak gelip gittiği Babâli caddesinden yalnız geçiyordu.
-Çiçek pazarına gitmek için indim, dedi, tohum alacağım; geçende Hulûsi’yi ziyarete gitmiştim, kabrini pek bakımsız buldum.
Sonra Heybeliada halkından işittim ki büyük muharrir, bazı günler elinde küçük bir bahçe kovasıyla tek başına bu mezarlığın kapısından giriyor, Hulûsi’nin kabri üstünde yeni bir hayatın yeşermesi için bu tohumları suluyormuş.
Refik Ahmet Sevengil’in bu yazısı Yedigün Dergisi’nin 159. sayısında yayımlanmıştır.