Beyaz
Salı’dan beri yağan kar iki günde koca şehri teslim almıştı. Sol göğüs kafesinin altındaki ağrıyan yere elini bastırırken gününü zehreden bu ağrının hissikablelvuku mu yoksa gelip geçici bir sıkıntı mı olduğu bilmemekten titreyen parmaklarının arasındaki sigarayı yere düşürürdü. Her an dağılacakmış gibi duran bu et parçaları nasıl kemiğe tutunuyordu? Kanın damarlardan dışarı sızmayışına hayret ediyordu. Gerçi, hakkında konuşamayacağı, dile dökemeyeceği şeylerin varlığını kabullenecek olgunluğa çoktan eriştiğini söyler, bununla övünürdü ama en ufak bir aksilikte anlatamadığı ve anlamadığı her şeye öfkelenirdi. Ailesini böyle karlı bir günde kaybetmişti. Kardan kayganlaşan yol, ters dönen araba, arabadan yola savrulan annesi, hepsi zihninde ilk günkü kadar canlıydı. Gözlerini yumdu, başka bir şey düşünmeye çalıştı ama başka bir anıyı yakalayıp yüreğini o anıya eğdiremedi. Yollar birkaç saate kapanır diye düşündü, belki tuzlama yapılmıştır ama ne fayda… Kış deyince aklına 1987 kışı geliyordu. Elbette o karın kabusundaki karla uzaktan yakından alakası yoktu, kar kalınlığı anca bir buçuk metreye ulaşmıştı. Bir buçuk metreye ulaşan kar bile İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’ı, her kış soyadıyla dalga geçerlerdi, ilk ve orta dereceli okulları perşembe gününe kadar tatil etmek zorunda bırakmıştı. Vali Ayaz, elverişsiz hava koşulları nedeniyle halktan, zorunlu olmadıkça evlerinden çıkmamalarını istemiş, “Yolların trafiğe açılması için bütün ekipler aralıksız çalışıyor. Ekmek fırınları faaliyette. Ancak ulaşım zorluğu nedeniyle bazı semtlere ekmek ulaştırmakta askeri araçlardan yararlanılıyor” demişti. Alınan önlemlere rağmen tipi yüzünden yabancı bandıralı bir gemi Boğaz’da karaya oturmuştu. Geminin adını da hatırlıyordu. İngiliz sömürgesi Saint Vincent bandırasını taşıyan Affo gemisi... Eski Kireçburnu sakinleri bugün hâlâ o gemiyi hatırlarlardı. O kış, bela çıkaran tek gemi Affo da değildi. Tarabya’da karaya oturan ve kurtarılan Kıbrıs Rum Kesimi bandıralı Irene gemisi Hacı İbrahim kosterine çarpmış, çarpışmadan sonra kaçmaya niyetlenen gemi, kıyı güvenlik botları tarafından önü kesilerek durdurulmuştu. Durdurulan gemi Çubuklu önlerine demir atmak zorunda kalmıştı.
Bir şeyler düşünür gibi başını ellerinin arasına aldı. Yüzü zayıflamış, beti benzi atmış, gözleri kan çanağına dönmüştü. “Felixstowe konteynır limanı ve Sutton Hoo aynı yerde miydi?” diye mırıldandı. Sutton Hoo, dünyaca ünlü bir gemi mezarıydı. Geçen kış karısı Sevim ile orayı ziyaret etmişler, kıyıyı bir duvar gibi ören konteynır limanını ve limanda karaya çıkmış ölü gemilerin bolca fotoğrafını çekmişlerdi. Limana hâkim olan sessizliği bölen dalgaların sesi ve gemilerden gelen uğursuz tıkırtılar ve uğultular hâlâ kulaklarındaydı. Eksik olan şey ise Sevim’le tanıştıkları andı. Erdem, Sevim’le nerede ve nasıl tanıştığını hatırlayamıyordu. Dahası Felixstowe konteynır limanıyla Sutton Hoo’nun arasında nasıl bir bağ kurduğunu bilmiyor, bu ikisi aynı yerde olamaz, diye düşünüyordu. Grev, iş yavaşlatma ve hava muhalefeti yüzünden sık sık kapalı olan bu limana niçin gittiklerine dair bir fikri yoktu. Gerçi kırk yıllık gemi mühendisi için daha uygun bir tatil de hayal edemiyordu. Suffolk bölgesinde, 1939’daki bir kazı esnasında bulunan Sakson gemisinin kalıntılarının bu limanla nasıl bir alakası olabilir, bir alakası olamaz, olmamalı diye düşünürken Konteynır vagonlarının ve gemilerin işleyişini seyreden Sevim’in havanın soğukluğundan, kuruluğundan ve sokakların cansızlığından şikâyet ettiğini anımsadı.
Arkasındaki koltukta sızmış olan Sevim’i uyandırıp o tatili sormaya karar verdi. Ona doğru eğilirken geçen yıl müzayeden aldığı tablonun onunla alay ettiğini hissetti. Resimde küçük bir çocuk yaşlı bir kadını, belki de ninesini, gözünden öpüyordu. Resme bakarken anneannesinin son günlerini hatırladı. Onun ölüm döşeğindeki bakışları, resimdeki yaşlı kadının gözlerindeydi. Bu gözler anneannesinin yatak yaralarının acısını taşıyordu. Acıyı göğsünde hissetmişti. Yatak yaralarının acısından ona ölmek için yalvarırmış gibi bakan gözlerini içinden söküp atamıyor, ona yemek yedirmek için ayırdığı dişlerinin çıkardığı sesi unutamıyordu. Unutamadığı bir şey daha vardı. Yüzüne bastırdığı yastığın beyazlığını, onu ürküten, hâlâ tüylerini diken diken eden o beyazlığı unutamıyordu. Bu beyazlık, ailesi kaybettiği gün yüzünü gömdüğü karın beyazlığıyla akrabaydı. Resimdeki yaşlı kadın sanki nefes almak için çırpınıyordu. “Ölmek istemiştin, seni öldürmem için yalvarmıştın” diye mırıldandı. “Yemek yemeyi reddettiğinde yediğin dayaktan bıkmış usanmıştın. Bırakın da öleyim, demiştin. Önce kızına yalvarmıştın.” Anneannesinin nefes alışverişleri kesildiğinde yastığın beyazlığıyla bir başına kalmış, elleriyle sımsıkı tuttuğu yastığı bir ömür boyu bırakamamaktan korkmuştu. Yastığın beyazlığı ellerine sinmiş gibi ne kadar güneşlenirse güneşlensin elleri vücuduna nazaran beyaz kalıyordu. Hatırladığı beyazlık onu geçmişe hapsediyor gibi hissetti. Beyazlık durmadı, hareket etti, dağıldı ve savruldu. Lastiklerin ve direksiyonun döndüğünü, benzinin yola sızdığını görüyordu. Kazanın şiddetiyle arabadan yolun kenarına savrulmuş, kendine geldiğinde yoldaki arabalarının hurdaya döndüğünü, parçaların sanki bir modern sanat eseriymiş gibi sergilendiğini görmüştü. Geçen her dakikayı camı parçalanmış kol saatinden saymış, içinde dağ gibi büyüyen ağrıyla olduğu yerde, birinin gelip onu almasını beklemişti. Göğüs kafesi, sırtı, bacakları, hepsi bu ağrının parçasıydı. Yardıma koşanlardan biri ayık kalması için ona paracetamol vermişti. Soğutma motorunun sesiyle dolan kulakları başka bir şey duymaz olmuştu. Yalnız annesi, hemen orada, kaza mahallinde ölmemişti. Göğsünün ağır ağır kalkıp indiğini hatırlıyordu. Kanlar içindeki suratında garip bir ifade vardı. Sanki artık onun tanıdığı kadın olmaktan çıkmış, bambaşka biri olmuş yahut bambaşka bir şey olmaya hazırlanıyordu. Bir ara gözlerini açıp etrafına, sonra da arabaya darağacına bakar gibi bakmıştı. Erdem o bakışı da hiç unutamamıştı. “Yüzü neden o kadar sakindi?” diye mırıldandı. Annesinin sakin yüzü onu sarılmaya davet ediyordu ama ona sarıldığı an, annesinin onu cezalandırmak için öleceğini de biliyordu.
Canını asıl sıkan annesinin hep haklı oluşuydu. Kocasına bir gün içki komasına gireceğini ve onu hastane koridorlarında saatlerce beklemek zorunda kalacağını söylediğinde de haklıydı. Kazadan bir gün önce annesinin haklı çıkacağını rüyasında görmüştü. Annesi o rüyada bi’ deri bi’ kemikti. Parmakları bir örümceğin bacakları andırıyordu. Ellerini tuttuğunda parmakları kırılmış, Erdem’e acı acı gülümseyerek kırılmış parmaklarını sakız gibi çiğnemişti. Kazadan birkaç gün sonra, annesinin kırılan kemikleri ve ezilmiş göğüs kafesi kalbini yerinde tutamamıştı. Kalbini uzun uzun yokladı. Bir haftadır halsizlik ve eklem ağrılarından mustaripti. İnsanı nefes alan bir gölge hâline getiren gücün, bir isyan gibi vücuda sirayet eden acı, üzüntü ve yorgunluktan ibaret olduğunu biliyordu. Her şeyin küçük, basit ve sorunsuz olduğu günleri özlemişti. İstanbul fırtınanın yükü altında ezilirken “Havanın sıkıntısı var, sıkıntısı” diye mırıldandı. Sevim’le İstanbul’da tanışmadığına emindi. Bu şehre karşı içinde iyi hiçbir şey kalmamıştı. Eğer Sevim’le burada tanışmış olsaydım, buraya dair içimde hâlâ sevdiğim bir şey olurdu, diye düşündü. İnsan bir cesedi bile sevebilirdi ama İstanbul artık bir ceset bile değildi, hayalete dönmüştü. Öldüğünün farkında değildi. Şehrin şu tuhaf gürültüsünün hayaletli bir evin gacır gucur eden tahtalarından farkı yoktu. Artık kimsenin anlamadığı bir dilde, hayaletlerin dilinde konuşuyordu. Ölülerin dilinde bir şeyler fısıldıyor ve insanlar sadece o gacır gucur eden sesi duyuyorlardı.
Sevim’in uyanıp gerindiğini görünce sanki günlerdir bu anı bekliyormuş gibi sordu: “Geçen sene Felixstowe limanına mı yoksa Sutton Hoo’ya mı gitmiştik?”
Sevim önce esnedi, sonra kollarını havaya kaldırıp gerinmeye devam etti. Ağzında kelimeleri geveleye geveleye “Dunwich” dedi. “Dunwich’de küçük bir köye gitmiştik, hatırlamıyor musun? Hani 1328’de bir fırtınayla yok olmaya yüz tutmuş şu tuhaf yer… Adını unuttum ama birkaç ev ve bir kilise dışında her şeyin denize gömüldüğünü söylemiştin. Ben havadan, sokaklarda kimseciklerin olmamasından şikâyet edip durmuştum. Sen de Japon turistler gibi sürekli fotoğraf çekmiştin. Hatta o fotoğrafların hâlâ duruyor olması lazım. İstersen yukarı çıkıp bakalım. Belki hatırlarsın.”
Erdem denize uzanan çakıl taşlarıyla dolu kıyıyı hatırlar gibi oldu. Fakat zihninin tıpkı Dunwich gibi tehdit aldığında olduğu hissi geçmemişti. Bu yüzden Sevim elini omzuna koyup iyi olup olmadığını sorduğunda ne diyeceğini bilemedi. Sanki kelimeleri bir kenara bırakmış, konuşmak için en doğru saati onların bulmasını istemişti. “Gerçi akşam Felixstowe’da kaldığımızı hatırlıyorum. Otelin ismi neydi… Hay Allah… Ha hatırladım! Bath, Bath! Çok güzel bir oteldi.” Sevim’in gözlerinde sanki daha önce hiç fark etmediği bir şeyi fark eder gibi oldu. Gözlerinde bambaşka bir canlılık vardı, buraya ait olmayan bir canlılık…
“O akşam ne sarhoş olmuştuk… Belki de ondan unuttun her şeyi, ha? Öyle sarhoş olmayı çok özledim. Hatırlıyor musun? Seninle Portekiz’deyken haftada en az üç gün sarhoş olurduk. Bazen eve yürürken evin önünden geçer giderdik, birkaç blok sonra evi geçtiğimizi fark eder, sokağın ortasına oturur halimize gülerdik. Şimdi halimize baksana. Çocukları büyüt, okut derken her şeyden elimizi ayağımızı çektik.”
“Sana anlattım mı, bilmiyorum… Küçük bir çocukken çenem yarıldığında kan bardaktan boşalırmış gibi akarken ölüm aklımın ucundan geçmemişti” dedi Erdem içini çekerek. “Neden korkmadım, bilmiyorum. Babam işteydi. Annem çok telaşlanmıştı. Mahalle kasabından yardım istemişti. Onun arabasıyla hastaneye gitmiştik. O adamdan hiç hoşlanmazdım. İnsanla dalga geçen bakışlarına et kokusu sinmişti. Annem yol boyunca elindeki bezi çeneme bastırdı. Korkmadım, öleceğimi hiç düşünmedim. Tek düşündüğüm adamın bakışlarına, tenine, hatta sesine sinen et kokusuydu. Sonra tüm ailem gözlerimin önünde can verdi. Yaşamaya devam ediyorlarmış gibi yapmaya karar verdim. Cenazelerine katılmadım. Kabir ziyaretlerinden kaçtım, durdum. Ama birkaç gündür geçmişimi düşündüğümde hatırladıklarım… Yani aklıma gelenler hep… Ölüm işte.” Sustu, bir müddet dalgın dalgın, sanki kaybettiği bir şeyi ararmış gibi düşündü. Dudaklarında acı bir tebessüm peyda oldu. “Bakkal züğürtleyince eski defterleri yoklarmış” dedi. Boğazındaki balgamı temizlemek ister gibi güldü. “Ben de o bakkal gibi oldum, iyi mi? Güzel giden şeylere rağmen kendimi bu hâle bırakıyorum. Bazen bilerek, bazen bilmeden... Huzurlu olayım diyorum, mutluluk zaten bir yan odası gibi... Olmuyor, sanki tek bildiğim buymuş gibi...” Sesinin kumaşında bir tuhaflık hissetti. Konuştuğunda sesi kulağına bir yabancının sesiymiş gibi geliyordu. Sesi yer yer kalınlaşıyor, yer yer titriyor, kırılıyordu. Titreyen eliyle boğazına dokundu, ses tellerinin olduğu yeri tümör arar gibi yokladı.
Ölümden bu kadar bahsetmenin Sevim’e zulmetmek olduğunu düşünüp utandı, başını hafifçe öne eğdi, özür diledi. Zaten ölüm değişmiş, insan değişmiş, ölmek, kendi evinde, kendi yatağında ölmek denen şey değişmişti. İnsanlar artık kendi yataklarında değil hastane yataklarında, türlü ilaçlar alarak, türlü doktorların ve hemşirelerin elinden geçerek ölüyorlardı. Şimdi fenalaşsa, kaldırılacağı hastanede türlü testler, ilaçlar ve makinelerle hayatta tutulacaktı. Makinelerin dilini, ekranlarındaki çizgilerin anlamlarını öğrenmesi gerekecekti. Makinenin tek düze sesinden bıktığında “Susturun!” şunu diyememenin verdiği öfkeyle kendi içini yiyip bitireceğini de biliyordu. Makine yalnız kendi dilinden anlardı. Ölçer, hesaplar, tasarlandığı gibi söylemesi gerekenleri söyleyerek maddi varlığının dışına çıkıp etrafındakilere dokunurdu.
Yaşamaktan, doymak bilmeyen bir obur gibi önüne çıkan her şeyi yalayıp yutmaktan yorulmuştu. Dünyayı bir ur gibi sardığı ve yemeye başladığı anı çok iyi hatırlıyordu. Önce tırnaklarını, tırnaklarının arasına dolan pislikleri, ölü derileri yemişti. Ardından sıra dişlerinin arasına dolan yemek artıklarında, yüzündeki ölü derilerdeydi. Onları da yiyip bitirdikten sonra sıra dış dünyaya gelmişti. Bitkileri, hayvanları, insanları, insanların ona ayırdığı zamanı, ona gösterdiği ilgiyi, ne bulabilirse yemişti. Bu yaşlarda bir adam, hele bir de parası varsa, dünyayı yiyip bitiren bir umacıdan farksız olurdu.
Sevim’e ilk dokunduğu anı hatırlamıştı. Yüzü, elleri, teni, her yeri bembeyazdı. “Tuhaf belki ama o beyazlık beni hep ürkütmüştür” diye mırıldandı. “İlk tokalaşma…” Gözleri bir müddet boşlukta, kendine ve Sevim’e yeni bir yer arar gibi dolaştı. “Seni dün gece rüyamda gördüm. İki kez. İlk rüyada, baş başa, sıcak bir odadaydık ve gece aydınlığı vardı, yüzlerimiz nemliydi. Sen kısa kollu bir tişörtleydin, galiba ben de. Sana sarılıyordum. İkinci rüyamda da olduğunu hatırlıyorum. Sen vardın, seni gördüm, birlikteydik ve de, o kadar.” Hatırladığımın anın gerçek olup olmadığından nasıl emin olacağım, diye düşündü. Kendine öfkelendi. Dün sabah uyandığında anlatmak istediği rüya da böyle bir hâlin parçasıydı. Rüyasında midesi bulanmaya başlayınca vida kusmaya başlamış, kustuktan sonra kustuğu vidaları yerden almış, eklem yerlerine sokmuş ve sıkmıştı. Canı yanmış mıydı, hatırlamıyordu. Tek hatırladığı sıkılan her vidanın gönlünü biraz daha genişlettiğiydi. Sebebini bilmediği bir his onu annesinden kalan ıvır zıvırın olduğu sandığa sürüklemişti. Annesi el yazısıyla yazdığı metinleri birkaç kopya olacak şekilde daktiloya çeker, sonra bunları kesip birbirine iğneler, evin sağına soluna, hatta perdelere tutturur ve yeniden düzenlerdi. Sofrada, mutfakta, yatakta, her yerde romandan bir parça bulmak mümkündü. Kelimelerin gerçek sesini ancak bu şekilde yakalayabileceğine inanmıştı. Hatta bir keresinde “Hangi parçayı birleştirsem başka bir parçaya ihanet ediyormuş gibi hissediyorum” bile demişti.
“Annemin ölümünden sonra tek hobim, babamın işten dönmesini beklemek olmuştu. Salona geçer, eve yaklaşan arabaların farlarından babamın arabasını seçmeye çalışırdım. Beyaz bir ışık dizlerime sıçrar, beni gözlerimden ısırırdı.”
Temiz hava almak için dışarıya çıkmaya karar verdi. Odada yanan beyaz ışıktan da rahatsız olmuştu. Kapıyı açmasıyla bembeyaz bir İstanbul onu karşıladı. Onu rahat bir yastığı andıran kar örtüsüne tüküren arabaya küfürler ederken tepesinde göz kırpan lambayı parçaladı. Araba kaputu babasının ve kız kardeşinin iç organlarına sımsıkı sarılarak içine göçtü. Kazanın hemen ardından kaputa dağılan iç organları düşününce kusacak gibi oldu. Yandan vuran başka bir arabayla arka koltuğun sorunlu kapısı açıldı, annesiyle yolun dışına savruldu. Yerdeki cam parçaları ona arabanın tuz buz olmuş camlarını hatırlatarak onunla dalga geçti. Derin derin nefes aldı, göğüslerini havayla doldurdu. Geçmişi unutamadığı müddetçe kız kardeşinin kopan kolunu ayağına bağlanmış bir zincir gibi sürükleyecekti. Dişleri birbirine kenetlendi, sağ çenesinde büyüyen ağrıyla ağzına kar dolduğunu hissetti. Parmaklarıyla önce dudaklarını, sonra birbirine kenetlenen dişlerini açtı. Boğazını yakan karı yere tükürdü. Dişlerine vuran ağrıyla kıvrandı. Atar damardan fışkıran kanı durdurmak için kullanabileceğin, üstünde taşırken seni rahatsız etmeyecek tek şey bir kemer olacak. Eğer şansın da yaver giderse bu kemerle bir hayat kurtaracaksın. Turnike yapmayı bilmen gerekiyor. Turnikenin nasıl yapıldığını biliyor musun? Bulabildiğin en temiz kumaşı alıp, yarayla kalp arasındaki uygun bir yere sarar, sonra bir düğüm atarsın. O düğümün içine bir çubuk yerleştirip üstüne bir düğüm daha atarsın. Sonra o çubuğu çevirerek sargıyı sıkarsın. Tabii çubuğu da sabitlemen gerekiyor. Bunun için başka bir bez bulup onu çubuğa, sonra da yaranın etrafına bağlayarak sabitlemelisin. Gerekirse tişörtünü çıkarıp yırtacaksın. Diyelim ki karnına bir parça saplandı. Üstüne bulabildiğin en temiz şeyi örtmelisin. Yara açılmamalı. Eğer yara sezaryen gibi dikine değil de enine bir yara ise dizlerini karnına çekmelisin. Aksi takdirde bağırsakların düşebilir. Bacaklarını karnına doğru iteceksin. Burnun kanıyorsa yan yatacaksın.
Dışarıya bir iki adım attı, babasının bahçede dikildiğini gördü. “Kazadan sonra hepimiz çok hafifledik” dedi. “Annenin kalbi ısrar etti. Bizim gibi hafiflemesi için birkaç kez durması gerekti. Bağırsakları kaputa dağılmadığı için canı çok yandı. Hâlbuki senin gibi savrulmasaydı, bağırsakları kaputa karışsaydı, ağrı akıp gidecekti.”
Bu anılara hayat veren, yıllar önce ölmesi gereken bir hastayı ayakta tutan kendisinden başkası değildi. Zihninin bel kemiği kırılmıştı. Zihninde her gün aynı kazaya bulaşan arabanın lastiklerinin sonsuza kadar döneceğini biliyordu. Ölüm hep bir adım ilerisindeydi. “…ağrı akıp gidecekti.”